Vehhabiler hakkinda Osmanli arşivi!
Doç. Dr. Zekeriya Kurşun/Tarih ve Medeniyet, Sayı 30
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan söz konusu rapor (BOA, DH-MUİ 17/4-22, Lef 5/1), 21 Aralık 1909′da, Medine’de Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınarak Sadaret’e takdim edilmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bölge ile ilgili, benzeri binlerce belge olmasına rağmen, bu belgenin önemi, eksikleri de olsa, adeta o coğrafyanın 19. yüzyıl tarihini özetlemesinden kaynaklanmaktadır.
Kutsal mekânlar yağmalanıyor
Basra Körfezi ve Orta Arabistan tarihinde önemli rol oynayan dış faktörlerin yanısıra, burada, oldukça güçlü ve bedevî Arap kabileleri üzerinde hayli etkili olan Suud, İbn-i Reşid, ve Kuveyt’teki el-Sabah aileleri ve özellikle bunlardan Suud ailesiyle özdeşleşmiş bulunan Vehhabîlik mezhebi de ayrı bir ağırlık taşımaktaydı.
İşte Abdurrahman b. İlyas, bu hususları dikkate alarak, raporunda önce İbn-i Suud ailesinin Vehhabîlik ile ilişkilerini dile getirmektedir:
“İbn Suud (Muhammed b. Suud), köklü bir Arap kabilesi olan Aneze urbanından olup, Benî Temîm diyarı denilen Necid kıtasında Dır’iyye namıyla bir köyün emîri idi ve yaygın bir nüfuza sahip değildi. Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab, Mısır’da öğrenim gördükten sonra (genelde bu kanaat yanlıştır; onun, her ne kadar Mısır’a gitmiş ise de burada tahsil gördüğüne dair pek bilgi bulunmamaktadır) kendi adına ihdas ettiği mezhebi, Hicaz’da neşretmek [yaymak] istemiştir. Ancak, orada emeline ulaşamayınca, Necd içlerindeki Dır’iyye’ye giderek, buradaki ahalinin dinî konulardaki cehaletinden de istifadeyle, Vehhabî mezhebini neşretmeye muvaffak olmuştur. Bir süre sonra Emîr İbn Suud’a bu mezhebi kabul ettirmiştir. İttifakları akabinde bu ikili, çevredeki Bedevî kabileleri arasında da mezheblerini yaymağa başlamışlardır. 1785 senesinde Muhammed b. Abdilvehhab, İbn Suud ile birlikte, Vehhabîlik sayesinde Hicaz, Şam ve Irak havalisindeki bir hayli halkı idareleri altına almışlardır.”
İbn Suud – Muhammed b. Abdilvehhab işbirliğiyle bölgede gerçekleştirilen ve özellikle gerek Sünnî ve gerekse Şiî Müslümanların kıymet verdikleri, ancak Vehhabîler’in bunları şirk alâmeti saydıkları kutsal mekânların yağmalanması ve soyulmasından bahseden rapor şöyle devam etmektedir:
“O esnâda Necef ve Kerbelâ’ya tecavüz ile Vehhabîler, mübarek makamların kubbelerini yıkarak, buralarda mevcud olan kutsal emanetler ile kıymetli eşyaları gasb eylemişlerdir. Haremeyn’e (Mekke ve Medine’ye) tecavüz ederek, kısa bir muhasaradan sonra Mekke’yi ve Medine’yi zaptetmiş ve Hz. Peygamber’in kabrini yağma ve Ashâb-ı Kirâm hazretlerinin kabirlerini yerle bir etmişlerdir. Vehhabîler, Mekke ve Medine’yi istilâları sırasında, mahmel-i şerîfin ve hacıların da Hicaz’a girmesine engel olmuşlardır.”
İbn Suud’un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini “mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini” kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra “Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm’a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar” demektedir.